26-29 Ekim tarihlerinde, Fethiye’nin huzur dolu Yanıklar Köyü’ndeki Pastoral Vadi’nin doğal güzellikleri arasında Baraka Festivali’ne katılmak kısmet oldu. Her anı birbirinden özel Festivalin en dikkat çekici anlarından biri, kuşkusuz çok yönlü mahir müzisyen Demircan Demir’in akustik performansıydı. Solo çalışmalarına denk gelmediğim bu sanatçı ( ya da modern çağ halk ozanı mı demeliyim), son zamanlarda sıkça dinlediğim KUAN’ın parçası. Ancak o akşam sahnede yalnızdı Demircan ve bu yalnızlık, onun çok katmanlı müziğine muhteşem bir tezat oluşturmuştu.
Sanatçı sahnesine ilk çıktığında önce sessizce öylece oturdu, hepimiz sessizdik ve sessizliğin muhteşem gücü hepimizi sardı. Demircan’ın bizi sözsüz şekilde davet ettiği bu kolektif sessizlik anında, Eckhart Tolle’nin tariflediği gibi, içinde hiçbir düşüncenin gürültü yapmadığı bir bilinç durumuna geçmiştik. Tam o noktada sahnede yalnız duran bu figürün, aslında bizleri iç dünyamızın derinliklerine çekmek üzere orada olduğunu anladım. Sahnenin ve dinleyicinin arasında oluşan bu kolektif boşluk, gecenin sahip olduğu tüm potansiyelin başlangıcıydı. Bu durma anı, sadece müziğin değil, varoluşun ritmi içinde kendimizi bulmamıza olanak tanıdı. Sessizlikte, müziğin henüz doğmamış notalarının bekleyişini ve sanatçının içsel derinliğini, biz de kendi içsel boşluğumuzda hissettik. Her birimize, duyularımızın ötesine geçen bir anlayışın kapılarını aralayan bu sessizliğin gücü, ilk nota çalınana kadar, düzeltiyorum, son nota çalınana kadar hâkim oldu.
Demircan’ın sahnesi, her biri ayrı bir hikâye anlatacak olan enstrümanlarının yan yana dizilmesiyle oluşturulmuştu. Sanki bir ressamı şövalesinin ardında, bir yanda paleti, bir yanda tuvali, resmini yaparken seyredecek gibiydik.
İlk seçtiği enstrüman davuldu ve bu, onun performansının ne denli primal ve güçlü olacağının işaretçisi gibiydi. Aldığım duyuma göre, deneyimi ağır bulacak ruhlar bu aşamada sahnesini terk edermiş. Davulu öyle bir konumlandırmıştı ki, onun ardında kısmen gizlenmişti ve bu da, müziğin merkez sahneyi almasını sağlıyordu. Sesinin eşsiz tonları arasında seyahat ederken, ben, gözlerimi kapatıp Demircan’ın yarattığı ses dünyasında kaybolmaktan kendimi alamadım. İki farklı tonun aynı anda, aynı nefesten çıktığına tanık olmak, sadece bir şaşkınlık değil, aynı zamanda bir hayranlık uyandırıyordu. Her nota, her vuruş, ruhumu daha da derinlere çekiyordu ve Demircan’ın müziğinin içinde kayboldukça, zaman ve mekânın önemi kayboluyordu. Her parça bir öncekinin büyüsünü artırarak, dinleyenleri adeta bir yolculuğa çıkarıyordu. Müzik, sözsüz bir dilde konuşuyordu ve biz de bu dili anlamak için kalplerimizi açmıştık.
Santur, o akşamın hikayesi içinde kendi başına bir karakter gibi duruyordu; hem tarihi derinliğiyle hem de naif ve içten çıkan sesleriyle. Demircan, bu antik enstrümanı çalarken, sanki uzak bir geçmişten fısıldanan eski hikayeleri canlandırıyordu. Her bir vuruşu, hem bir melodi hem de bir anlatının parçası gibiydi. Santurun tellerine dokunduğu an, biz de o dokunuşun getirdiği titreşimi hissedebiliyorduk. Tellerin arasından süzülen melodiler, Hindistan’ın renkli sokaklarını, Şah zamanını ve hatta santurun kadın sesine benzetildiği o eski çağları anımsatıyordu. Müzik, sadece kulaklarımızı değil, zamanın ve kültürlerin ötesinde bir yolculuğa çıkardığı hissini veren kalplerimizi de titretiyordu. Bu eşsiz an, Demircan’ın elleriyle santurun tellerine hayat verdiği anda, bizi tarihin tozlu sayfaları arasında bir gezintiye çıkaran mistik bir tecrübeydi.
Enstrümanlar arasında gitarı gördüğümde içimden “keşke gitar çalmasa” diye geçirdim. (Ertesi gün bunu sanatçı ile paylaştığımda tatlı bir kahkaha attı :D) Yanlış anlamayın, ben tam bir gitar delisiyim. Ama her an her yerde bulunabilen gitar ile, zihnim bana her şeyin sıradanlaşacağını an’ın büyüsünün bozulacağını fısıldamıştı. Beklenenin aksine, tellere dokunduğu ilk andan itibaren, gitar ile yaşamakta olduğumuz deneyim bir katman daha yukarılara taşınmıştı. Her bir akoruyla, her bir vuruşuyla gitar, Demircan’ın ellerinde yeni ve beklenmedik bir yolculuğa çıkıyordu. Bu deneyim, bir enstrümanın müzisyenin yaratıcılığıyla ne denli farklı ve derin bir boyuta ulaşabileceğini göstermesi açısından büyüleyiciydi. Demircan’ın gitar performansı, müzikal bir dehanın ötesinde, onun müziğin her alanında bir hakikat arayışı içinde olduğunun da bir göstergesiydi. Bu anın tanığı olmak, müzikle ilgili önceden sahip olduğum her türlü önyargıyı sorgulamama ve sanatın sınırsız ifade biçimlerine olan saygımı derinleştirmeme vesile oldu.
Dinletinin sonunda, salon bir sessizlik ve dinginlik denizi haline geldi. Demircan’ın parmakları son notaları çaldığında, izleyiciler arasında birbirimizi anladığımız, paylaştığımız ve bir olduğumuz hissi doğdu. Sanatçının sunumu, her birimizi ayrı bir yolculuğa çıkarmış, ancak aynı zamanda bu yolculuğu birlikte yaşamamızı sağlamıştı. Mevlana’nın “Ne olursan ol yine gel” çağrısı gibi, bu performansın bıraktığı izlenim, Baraka Festivali’nin bütünleyici ve dönüştürücü atmosferine mükemmel bir şekilde uyum sağladı. Bu deneyim, bizi topluluk olarak birleştiren ve aynı zamanda bireysel içsel keşiflerimize yer açan nadide anlardan biriydi.
Esasen gecenin sonunda Demircan bizi deneyimlerimizi paylaşmaya davet etmeseydi, o salonda o gece yaşanan deneyimi biraz daha özümsemek mümkün olmayacakmış. Diğer katılımcıların bu derin ve çok boyutlu deneyimi kendi bakış açılarından yorumlamalarıyla kolektif bir anlayış oluşmuş, deneyim, müzik dinlemenin çok ötesinde, bir tür ritüele dönüşmüştü: Bir nevi, her bir katılımcının, o müzikal yolculuğun hem tanığı hem de parçası olduğunu hissettiği bir ritüel.
Demircan’ın da bu deneyimden derinden etkilendiğinin farkına varmak, sanatçı ve seyirci arasındaki duygusal ve ruhani bağı daha da pekiştirdi. Bu tür bir etkileşim, dinletiyi unutulmaz kılan, ona sadece bir performans olmanın ötesinde bir anlam yükleyen şeydi. Böylece, bir dinletinin, bir topluluğun, hatta bir zaman ve mekânın ruhunu değiştirebilecek güce sahip olduğunu göstermiş oldu.
Demircan’ın müziği, derinliğini, sadece parmaklarının uçlarından değil, yaşamın kendisinden süzülüp gelen bir içsel yolculuktan alıyor. Onun bu derin bağlılığını hissetmek, hikayelerinin ve melodilerinin ardında yatan hakikati görmek, müzik dinlemenin çok ötesinde bir deneyim. Kendisiyle tanıştığınızda, notaların ve sözlerin ötesinde bir insanla karşılaştığınızı anlıyorsunuz; müziğinin içtenliği ve samimiyeti, hayatın kendisi gibi doğal ve gerçek. Müziği, modern zamanların halk ozanı oluşunun bir yansıması, onun kişisel hikayesinin bir ifadesi. Gerçekten, böyle bir sanatçıyla aynı zamanda ve mekânda nefes almak, onun hikayelerini, mücadelesini ve yolculuğunu deneyimlemek, kıymetli ve unutulmaz bir anı olarak sonsuza kadar kalacak. Demircan’ı canlı dinlemek; sizi kendi içsel yolculuğunuza çıkaracak… ya da döndürecek.
Dinletinin bizi çıkardığı içsel yolculuk o kadar derindi ki, sanatçının yeteneğinden ve tekniğinden hemen hiç bahsetmediğimi şaşkınlıkla fark ediyorum 🙂 Bu onun müziğine çok büyük haksızlık olur çünkü Demircan’ın müzikal yeteneği gerçekten sınırları aşan bir potansiyele sahip. Müzisyen bir baba ile yetişmiş olması, onun müziğe olan ilgisini ve yeteneğini genç yaşlarda ortaya koymasına olanak tanımış. Bu müzikal yolculuğunun ilk adımlarını atarken, arkadaşlarıyla birlikte kurduğu rock grubuyla gençlik yıllarının coşkusunu ve enerjisini müziğe yansıtmış.
Demircan’ın müziği deneyimlemesi, farklı müzik türlerinden beslenmesi ve bu birikimiyle geliştirdiği muhteşem tekniği, sahne performansında açıkça kendini gösterdi. İmprovize geçen sahnesi, beni gece boyunca şaşırtmayı ve büyülemeyi başardı. Müziğin değişik türlerinde ustalıkla gezinmesi, her bir enstrümanı çok büyük maharetle çalabilmesi, onun müzikal açıdan çok yönlü bir yetenek olduğunu gösteriyor.
Demircan’ın vokal tekniği de dikkat çekici. Daha önce duymadığım vokal yaklaşımıyla müziğin sınırlarını zorladı o gece ve bize unutulmaz anlar yaşattı. Söyleşi kısmına geçtiğimizde Latin Amerika’dan olduğunu tahmin ettiğim bir dinleyici bunu sordu: “O çift sesi nasıl çıkarıyorsunuz?” Demircan sahneye müziğin evrensel bir dil olduğunu kanıtlamaya çıkmıştı sanki. Hepimize müzikal bir doyum yaşattı.
Sonuç olarak, Demircan’ın müzikal yeteneği, yetiştiği çevre, gençlik yıllarındaki deneyimleri ve müziğe olan tutkusu sayesinde kendini bir müzik dehası olarak kanıtlıyor. Sınırları zorlayan bu performansıyla bu yetenekli sanatçı, müziğin büyülü dünyasına bizi götürdü ve unutulmaz deneyimler sundu. Onun müziğini dinlemek, gerçek bir müzikal serüvene adım atmak demek.
Bu kadar derin ve dönüştürücü bir sanat deneyimini paylaşmaya cüret etmenin, yaşanılan an’ın yoğunluğuna ve özgünlüğüne haksızlık gibi geldiğini itiraf etmeliyim. Bu yazı, yaşadığımız deneyimi aktarma iddiasında değil asla.
Sadece yaşanılan anların bir yankısı olarak burada kalsın. Belki o gece orada olanların zihinlerinde (özlerinde?) yeniden yaşam bulsun. Belki bir can’ın daha kendi içsel yolculuğuna çıkabileceği bir kapı açmış olsun. Belki o gece bize ne yaşattığının izleriyle Demircan’ın ruhuna dokunsun.
O dört gün boyunca Baraka Festivali’nde bir sürü can, çok enteresan deneyimler, derin yolculuklar yaşadık. Birbirimize can olduk. Bu vesileyle Pastoral Vadi çalışanlarına sonsuz teşekkürlerimi sunarım. Ve tabii ki beni hem Kuan’la hem de Pastoral Vadi ile tanıştıran sevgili Murat’a gönlümün en derinliklerinden bir teşekkürü, bir borç bilirim.
Ve Sevgili Demircan, bazı karşılaşmalar çok güzeldir… Yıllardır yüzlerce konsere gitmiş olan ben hiç böyle bir deneyimi yaşadığımı hatırlamıyorum. O an orada olmak bir ayrıcalıktı ve sonsuza dek benimle kalacak. Varlığın için şükürdeyim. Yolumuz kesiştiği için şükürdeyim. Müziğinle yepyeni ve biricik bir deneyim daha yaşamak için sabırsızım.
Senem….. Ya da Lady Obscure… hangisini tercih ederseniz…