Adım Onur. 25 yaşındayım. İstanbul’un Kadıköy ilçesinde, güzide bir mahallede, 1. katta bir apartman dairesinde ailem ile birlikte yaşıyorum. Annem, babam ve bir ablam var. Oturduğumuz sokaktan çok nadir araba geçer ve bu sokakta park yapılamaz. Sırf bunun için bile oldukça şanslı olduğumuzu söyleyebilirim. Bol bol kitap okurum, film izlerim, müzik dinlerim, bazen de arada böyle bir şeyler yazarım. Genelde düşünecek çok zamanım olduğu için kafamdan geçenleri bir düzene koyup kendimi daha iyi anlamak için yazarım. Çok zamanım olduğu için dedim çünkü pek sokağa çıkmam, daha doğrusu çıkamam. Görece uzun bir süredir bununla beraber yaşadığım Osteogenesis Imperfekta (böyle söyleyince daha havalı oluyor) yani Cam Kemik Hastalığım var. Bu yüzden sokağa neredeyse hiç çıkmıyorum, çıktığım zaman da o kadar dikkatli ve koruma altında oluyorum ki evdeyken kendimi daha rahat hissettiğimi düşünebiliyorum. 2 sene önce bu hastalıktan bahseden bir film izlemiş ve mutlu olmuştum. Başrolünde Samuel L. Jackson’ın oynadığı Glass isimli yapım tipik bir süper kahraman – süper kötü filmi denilebilir (tam olarak değil ama başka türlü özetlemeye üşendim). Benim için güzel olan güncel bir filmde bu hastalığın adının geçmesi ve bununla bir paydaşlık kurabilmemdi. Yoksa çok da ahım şahım bir film değildi hani. Neyse konumuz ne bu hastalık ne de bu film.
Genelde güne sabah erken saatte başlarım. Annem de benimle birlikte kalkar ve sabah kahvaltısı hazırlığına girişir. Bu pazar günü de gene benzer bir senaryo vardı. Ben yine elimde kitap sabah keyfi yapıyordum, arada da yarım açık olan camdan sokak sesleri dinliyordum. Saat sabah 9 falan. Birden bir üst sokaktan Nedim abinin sesi gelmeye başladı. “Simitçiiiii! Taze çıtır çıtır simiiiiiiit!”. Nedim abinin sesi tam çığırtkan sesi. Tonu hep aynı, bir gram titreme, çekinme emaresi yok. Pırıl pırıl, cam gibi bir ses. Bu arada Nedim abi dediğime de bakmayın. Hiç ismini sormadım, sadece öyle uygun gördüm. Şu insanlara isimlerini, nasıl olduklarını sormaktan çekinmemeliyim sanırım. Sonuçta aynı mahallede yaşıyoruz sayılır ve en kötü ne olabilir ki?
Nedim abi, haftaiçi haftasonu ayırt etmeden bir sabahın ilk ürünlerini kafasına yüklediği gibi çıkar gelir mahalleye, bir de akşam 5 çayı saatine doğru tekrar uğrar. Sattığı kaç simit var ben bilmem ama genelde işleri kesat görünür. Ama yüzünden tebessümü, gözlerinden pırıltısı, dudaklarından sloganları eksik olmaz. Keyifle izlediğim bir rutindir o benim için. Ama bazı günler, sabah erken saatte bağırıp uykuları bölünüyor diye kızar insanlar ona. O sabahlarda çok üzülürüm haline. Kibar bir tavırla, anlayış gösterip özür diler Nedim abi kendisine bağıran herkesten teker teker. Üstüne o kadar gelirler, seslerini yükseltir koca koca adamlar kadınlar, o hiç gıkını çıkartmaz. İstifini bozmadan, bir gram sinirlenmeden, simitleri kafasının üstünde sessizce adımlar güzergahını, öbür sokakta tekrar çığırtmaya başlar. Ama bilirim ben, görürüm onun gözlerinde “bir saniye durup düşünür müsünüz acaba neden sabahın bu saatinde böyle bağırıyorum?” deyişini. Ne yapsın Nedim abi? 3 kuruş ekmek parası kazanmak için o saatte çıkıp kendini göstermesi ve satabildiği en yüksek adette simidi satması lazım. Önce kendi karnını, sonra da kim bilir kaç kişiyi daha doyuracak o simit tepsisi. Ama bu şehrin insanı düşünmez o an bunu. Bir durup derin nefes almaz kelam etmeden evvel. Aklına geleni söylemeden önce bir tur kafa yormaz üzerine. Gelişine söyler dan diye. İşin kötüsü farkında da değildir yaptığının. Sadece yapar geçer. Kendince ortada bir yanlış yoktur, aksine kaçan huzuru vardır. Dün akşam çok içmiştir, başı ağrıyordur. Sabaha kadar oturmuştur, uyku tutmamıştır. Rahatsız edici gürültüye yapılması gerekeni yapmış, müdahale etmiştir. O an duyulan öfke hedefine kusulduğuna göre hayat kaldığı yerden devam edebilir onun için. O uykulu haliyle karşısındaki bir çift naif, cam gibi Nedim abinin gözlerindeki kırılma, titreme, dolmayı görmez. Nasıl görsün? Bakmayı bildiği mi var da görecek. Nedim abi bilmiyor mu bu saatte insanları rahatsız edebileceğini. Yine de el mecbur bağıracak çünkü diğer mahalle sakinlerinden bazıları da o pazar kahvaltısında simit keyfi yapmak istiyor olacak ve o, bu sayede fazladan 2 adet simit satmış olacak.
En çok da neye kızar üzülürüm aslında biliyor musunuz? Böyle sabahlarda bunu duyarım, hatta bazen cama çıkar görürüm de. Ama Nedim abiye destek olmak için tek kelime etmem, edemem. Hep olay anında değil olay bittikten sonra bir şey söyleme, müdahale etme isteği duyarım. Dolayısıyla hep geç kalırım. Artık iş işten geçmiş olur. Haklı biri bir haksızlığa uğramıştır ve ben yine buna sesimi çıkartmamışımdır. Suça ortak olmuşumdur. Suçluyum. Hem de her gün. Bunları görüp sadece üzerine düşündüğüm için, düşündüklerimi uygulamaya geçirmediğim için, haksızı savunmadığım için, bu şehrin çoğunluğu gibi ben de suçluyum.
Size de oluyor mu böyle? Siz de böyle hissediyor ve düşünüyor musunuz? Yoksa bir tek ben miyim?
No Comments