- Grup: Circus Maximus
- Albüm çıkış: 2012
- Tür: Progressive Metal
- Puanı: 5/5
İki muhteşem albümden sonra Circus Maximus hayranlarını birazcık bekletti, 5 yıl kadar! Tanıdık geliyor mu? Bu yıl 5 yıl aradan sonra albüm çıkaran diğer devler The Flower Kings, Rush ve Threshold oldu. Bu albümlerin her biri de bir ‘maden’ bu arada benden söylemesi.
Dönelim konumuza, Circus Maximus! Sanırım hayranlarını bu kadar bekletmelerinin nedeni biraz da, 1st Chapter ve Isolate’in kalitesini aratmamak ve onların başarısını tekrar yakalayabilmek oldu.
Neyse ki geri dönüşleri bir sürü küçük ama önemli inceliği şahane bestelerle birleştiren, daha olgun, daha zengin ve belki biraz daha taze bir tarzla oldu! Her ne kadar küçük küçük numaralarının ve inceliklerinin yoğunluğu albümün hakettiği değeri görmesini ve tabiri caizse, sindirilmesini zorlaştıracak olsa da ben çıkardıkları işten çok memnunum.
Bu albümde, tüm taşlar yerine oturmuş gibi duruyor – içerisinde daha fazla armoni barındırıyor ve albüm basitçe buram buram zeka kokuyor. Özellikle vokal melodilerinin çok hınzır olduğunu söylemek lazım!
İlk şarkı, Forging, albüme çok sağlam bir giriş yapıyor ve bizi, nâçiz fikrime göre, albümün en iyi parçasına hazırlıyor. Herşeyden önemlisi parça albümde görmek üzere olduğumuz ‘tecrübe’ hakkında bize bir fikir veriyor!
Ardından da işte o muhteşem parça, Architect of Fortune geliyor. Parçada, davullar bir süre müziğe yön veriyor – burada şarkıyı en ince ayrıntısına kadar tatmak istediğim için sesi o kadar açtım ki hoparlörlerim yerlerinde sabit duramadılar! Gitar tonunu ilk duyduğumda ‘tamam’ dedim.. ‘bu albüm tam bana göre’… Tam bu bütünlük beni en tepeye çıkardığında Michael Eriksen şahane girizgahını yaptı. Araya sıkıştırılmış akustik kısım da çok hoş – şarkıyı bir süre yumuşatıyor ki dinleyiciyi tekrar adım adım en tepeye taşısın ve şarkının kaliteli sonuna hazırlasın!
Circus Maximus bize, neden onları bu kadar sevdiğimizi anımsatmak ister gibi daha ilk şarkılarda şaheserlerini sıralamış sanki!
Ardından, insanı neşelendiren rifleri, mutluluk veren gitar melodileri ile güzeller güzeli Namaste başlıyor… Arka plandaki garip fısıltılar şarkının atmosferine o kadar çok şey katıyor ki… Evet! Çeşit çeşit sesler ve katmanlarla dolu harika bir parça! Distorsiyonlu gitarları çığlık çığlığa rifler izliyor…
Michael, tüm ses aralığını kullanmazken bile o kadar etkileyici ki! Tabii hemen söylemek lazım, bu abinin aralığı azıcık geniş!!! Namaste muhteşem akılda kalıcı melodileri ve nakaratından sonra albümde öne çıkan başka bir parçaya bırakıyor yerini! Game of Life! Michael’la yaptığım röportajda kişisel favorisi olduğunu öğrendiğim bu parça, grubun tarzına eğlenceli, hoş, belki biraz da tuhaf ve beklenmedik numaralar ekliyor. Bu parça başlayınca birden albümün gidişatı değişiveriyor – pop müziğe doğru! Şarkıyı duyar duymaz “bir prog-metal grubu için çok riskli bir hareket bu” dediğimi anımsıyorum ve isterseniz bana ön yargılı deyin ama, ciddi bir prog-metal insanı olarak bu tarzda bir şarkının hoşuma gidebileceğini hayal bile edemezdim. Ama parça çok sağlam. Esasında prog’u prog yapan çok katmanlı armonileri elde etmekten daha zoru böyle melodiler bulabilmek. Grup benim saygımı sonsuza kadar kazandı özetle. Var var… bu şarkıda bir şey var – müziğin katmanları arasında bir sürü aşmışlık saklı! Güzelliklerini görmek için bir kaç defa dinlemek gerekebiliyor… Yanlış anlaşılmasın bu arada, şarkı anında insanın aklına takıldığından kısa vadede sevmek çok daha kolay; benim söylemeye çalıştığım, şarkının güzelliğinin birçok “pop” tarzı şarkı gibi kısa sürede kaybolmayışı ve yerini o saklı güzelliklere bırakışı. Dahası, şarkı ortalarında giren prog-vari ritmlerin habercisi olduğu gibi, tam bir progressive parçaya dönüşüyor! Mmmm siz de ordaki akıllıca formülü farkettiniz mi? Bu iki şarkı özetle prog-metalin teknik ve karmaşık altyapısının üzerine nefis melodiler bina ederek, daha çok pop müzik seven yepyeni bir kitleyi karanlık tarafa çekerken, açık fikirli prog meraklılarını da tatmin etmekten geri kalmıyor. Zekice! Çok zekice!
Used ile albüm hafif sertleşiyor. Benim gibi metal meraklıların bayılacağı türden bir parça. Cidden, adamları canlı izleyip de bu şarkıya eşlik etmek için yanıp tutuşuyorum resmen! Bir şarkıdan bekleyeceğim herşey var; agresif rifler, oturaklı gitarlar, adrenalin kaynağı bas partisyonları, seri davul partisyonları, tumturaklı, adamın kafasına kafasına işleyen rifler… Mike’ı da ekleyince şahane bir kombinasyon oluyor! Bu şarkının sonunda Michael çok kolayca çıktığı ama albümde sıkça görmediğimiz için bizi bekletmekten zevk aldığını düşündüğüm o notalara sonunda çıkıyor.
Albümün bir diğer hazinesi, Burn After Reading, akustik gitarlar, yumuşak davullar ve sakin vokallerle karşılıyor dinleyiciyi – şarkının miksi de albümün geri kalanından farklı gibi… Yaklaşık ikinci dakikada o canhıraş, metal rifleriyle patlayıp delirtici, kopuk bir şeye dönüşüyor! Sert enstrümantal kısımları, özellikle org partisyonlarının önde olduğu kısımlar, şarkıyı uçuk sonuna doğru taşıyor… Dört gözle Mats Haugen’in solosunu bekliyorum dinlerken, adamın solosu başladığında da kendimden geçiyorum! Parça inanılmaz bir şekilde adım adım yukarıya çıkarıyor beni… Ardından gelen piyano kapanışı basitçe inanılmaz… Şarkıdaki müzisyenlik inanılmaz! Genel olarak şarkının güzelliği kelimelerle tarif edilemez diye düşünüyorum…
Albüm, 9 dakikayı aşan Last Goodbye ile çok şık bir şekilde kapanıyor. Michael’ın vokalleri o kadar “hisli” ki!
Şarkılar hakkında çok derin analizler yapmayacağım ama emin olun, her birinde bulunacak o kadar çok şey var ki! Albüm baştan aşağıya hazinelerle dolu ve bir tane parça bile zayıf kalmıyor.
Albümün prodüksiyonuna gelince, bu müthiş işi çıkaran Christer Cederberg – cidden Circus Maximus’a daha uygun bir prodüksiyon düşünemiyorum. Eşsiz melodiler ve yarattıkları atmosfer, herşeyin net bir şekilde duyulabildiği ve tam olmaları gereken yerlerde olmalarını sağlayan prodüksiyon ile bir kat daha güzelleşmiş.
Mats’in gitarları albüm boyunca tek kelimeyle kusursuz. Yok yok bu adama dikkat edin! Cidden, enstrümanıyla kurduğu cümleler olağanüstü olmakla kalmıyor dinlerken her adımın, her notanın çok iyi hesaplandığını görebiliyorum. Hiç abartmadan, aşırı virtüözlüğe kaçmadan beni kendimden geçirmeyi başarıyor. Soloları ve arada sırada karşımıza çıkan kreşendoları hayranlık verici. Söylememe gerek bile yok ama albümdeki besteler elbette Mats’in becerilerinin belki de en büyük göstergesi.
Diğer yandan, Michael belki de hayranlarının beklediği kadar yükseklerde söylemiyor şarkıları ama hem o tumturaklı sesiyle her notayı ayrı ayrı hissettirip hem de arada sırada neler yapabileceğini bize sezdiriyor, fazla “hava atmadan” kapasitesini gösteriyor.
Glen Cato Møllen’ın karmaşık ritmlerini ve Truls Haugen’ın şatafatlı davullarını da işin içine kattığınızda, doyumsuz ses katmanları ile dolu muhteşem aranjmanlar, epik Circus Maximus tarzını bedene getiriyor… Yeri gelmişken, Mats’ın kardeşi olan bu davulcu kardeşimiz çok da iyi bir vokalist aslında. Yakında bir yan projeyle karşımıza vokalist olarak çıkacak… Şşştt benden duymadınız!!!
Özetle, albüm aşmış prodüksiyonu, şahane besteleri ve muhteşem müzisyenliği ile bir adım ileri götürüyor grubu. Her anını zevkli ve heyecanlı kılmayı başaran, bittiğinde ise bir sürü güzel anı bırakan bir albüm. Sanki her albümde biraz daha eklektik bir tarza doğru gidiyor gibiler, gelecek albümlerde anlarız! Lady’den albüme 5 üzerinden 5!!!
[like][tweets][googleplus size=]
No Comments