Mayıs sonu, Haziran başı bir İstanbul günü. Hava sıcak, insanın içini ısıtan bir güneş, ona eşlik eden serinletici, tatlı bir esinti. Kadıköy Moda sokaklarında yürüyüşteyim. Hep izlediğim rotanın tersi yöndeyim bu sefer. Telefonumun şarjı tam, kulaklıklarımdan gelen müziğin sesi, olması gerektiği yükseklikte. Ayağımda beni uzun süreler rahatça yürütecek spor ayakkabılarım, üzerimde salaş bir tişört ve bol cepli bir şort var. Kafam boş, evime yakın işlek caddenin bir alt paralelindeki sokaktan başladığım yürüyüşüme, Bahariye’nin türlü barlarının bulunduğu renkli sokaklarından süzülerek devam ediyorum. Mekanlara göz gezdire gezdire adımlarım beni Moda’nın çay bahçeleri bölgesine getiriyor. Denizin görüntüsünü sağıma alıp yürümeye devam ediyorum. Güneşten gözlerimi kısmak zorundayım ama az daha sabır diyorum kendime. Birkaç dakika sonra kocaman ağaçlar ve onların yeşil yapraklar dolu dallarının yolun üzerine doğru eğildikleri gölge ve serin sokağa varacağım. Bu sokaktan yürümeyi seviyorum. Sanki bir tek ben biliyormuşum, bana ait bir sokakmış gibi geliyor her seferinde. Bu geçişimde de aynı hissediyordum ki bugün, benim sokağımda yalnız başına bir kadın, koyu renk sade giyimiyle kaldırımda oturmuş, dertli dertli sigarasını içiyor. Göz göze geldik. İçimde hemen misafirimin yanına gidip hâlini hatırını sormam gerektiği dürtüsü uyandı. Emin ve sakince yaklaşıp;
- “Merhaba” dedim. “Konuşacak birine ihtiyacınız varmış hissine kapıldım. İyi misiniz?”
Önce bir garipsese de, fazla üzerinde düşünmeden;
- “Merhaba. Ne yalan söyleyeyim, kısa bir sohbete hayır diyemeyeceğim. Oturmak ister misin?” deyip hafifçe yana kayarak oturmam için yer gösterdi.
Benim ‘siz’ hitabıyla sorduğum soruya ‘sen’ diye karşılık vermesinden gelen cesaretle;
- Bir sigara da ben alabilir miyim?
Cebinden paketini çıkardı. İçinden bir dal sigara uzattı. Yavaşça çakmağına uzandı. Dudaklarımın arasındaki sigaranın ucunu ateşledi. İlk nefesi oldukça derin alıp, uzunca bir süre dumanın ciğerlerimde gezindiğini hayal ettim. Gırtlağımda yaptığı hafif kaşıntı ve anlık bir baş dönmesinin gelişini duyduğum an nefesimi boşalttım.
- “Uzun zaman olmuştu son sigaramdan bu yana,” dedim. “Keyifli geldi, teşekkürler.”
- “Rica ederim,” dedi mavi gözlerini hafifçe kısıp tebessüm etmeye çalışarak.
- Evet, tahmin yürütmem gerekirse alınmış kötü bir haber ya da rutin bir varoluş sancısı diyeceğim bu hâlin için. Ama, gemelde böyle tahminlerde kötüyümdür. O yüzden ister bu durumunla ilgili, istersen başka herhangi bir konuda konuşmak için sırayı sana bırakıyor ve sigarama dönüyorum.
Bir süre yalnızca sigaralarımızdan nefes alıp verişimiz dışında konuşmuyoruz. Derken;
- Erkek arkadaşım ile ayrıldık. Bir buçuk yıla yakın bir süredir birlikteydik. Son üç aydır beraber yaşıyorduk. Bir hafta önce, artık benimle olan ilişkisinde bir heyecan duymadığını söyleyip ayrılmak istedi. Böyle bir cümleyi söyleyen birine karşılık olarak söylenecek pek bir söz kalmıyor. İstemeden de olsa tamam dedim, ayrıldık. Üzerinden bir hafta geçmesine karşın hala anlamlandıramadım. Ne zaman böyle bir düşünce, duygu ayrımına gelmiştik, çözemiyorum.
- Birlikte yaşamaya başladığınızdan ayrıldığınız güne kadar sana olan yaklaşımında değişen bir şey olmuş muydu?
- Sanmıyorum. Ya da ben göremedim, bilemiyorum. Açıkçası aynı evde yaşama düşüncesiyle birlikte sanki tekrar cicim ayları, flört heyecanı yaşar gibiydim. O yüzden sağlıklı değerlendirememiş olabilirim.
- Peki bugünkü düşünceli halinin nedeni sadece bu mu?
- Nasıl yani?
- Yani, bugün sadece geçen haftayı anlamlandıramaman nedeniyle mi böylesin yoksa ikinci bir haberle daha mı karşılaştın? Mesela eski sevgilini başka bir kadınla görmek gibi.
- Tahminlerde kötüyüm dememiş miydin sen?
- Genelde. Ama bazen tutturuyorum işte. Bu da o anlardan biri öyle değil mi?
- Evet, doğru tahmin ettin. Aslında rastgele birisi mi yoksa sevgilisi mi bilmiyorum. Ama içimde yarattığı his, iki durumda da aynı galiba.
- Anlıyorum. Konu elbette ki benim yorum alanımın dışında. O yüzden kafanı biraz boşaltmak, üzerindeki bu kara bulutları dağıtmak için sana rastgele birkaç şey sorsam… Bu soru cevap oyunuyla nerelere geleceğiz bir baksak, ne dersin?
- Ne oranda eşlik edebilirim bilmiyorum ama peki. Bir deneyelim bakalım.
- Başlamadan önce adını öğrenebilir miyim?
- Özgür. Seninki?
- Buğra.
Tokalaşıyoruz. Ona ilk kez dokunuyorum.
B: O zaman başlıyorum. Scarface mi Godfather mı?
Ö: Scarface. ‘Say hello to my little friend!’
B: Nice start. Yorumlamalı hem de. Peki o zaman. Sinema salonunda film izlemek mi tiyatro salonunda oyun izlemek mi?
Ö: Tiyatro. Ama küçük sahnelerde böyle yirmi beş, otuz kişilik seyircili sahneler. Kadıköy’de oturma sebeplerimden biridir.
B: Ben de tiyatrocuyum. Elimden geldiğince sık gidip izlemeleye çalışıyorum ve sana tamamen katılıyorum. Küçük sahnelerde oyuna, oyunculara dolu dolu kaptırıyorum kendimi. İzlediğim şeyden daha büyük keyif alıyorum.
Ö: Değil mi ama? Geçen sene Moda Sahnesi’nde bir oyuna gitmiştim, ‘Tırnak İçinde Hizmetçiler’. En ön sıradaydım. Meydan sahne düzeninde oynanmıştı. Seyirciler sahnenin her iki yanında, oyuncular ortada. Harika bir duyguydu. Sanki o sahnenin, dekorun bir ögesi, senaryonun parçasıydım.
B: ‘Tiyatro Hemhâl’. Çok severim. Geçen seneki dört oyunlarına da gittim. Harika işler çıkarıyorlar.
Ö: Güzel tesadüf. Ben de hepsine gittim. En çok ‘Tırnak İçinde Hizmetçiler’i beğendim. Ya sen?
B: ‘Sevgili Arsız Ölüm Dirmit’. Ağzım açık, gözümü kırpmadan, hayranlıkla izlemiştim.
Ö: Evet, o da çok güzeldi. Performansını beğenmiştim. Yeni soru?
B: Hemen geliyor. Temmuz ayında Çeşme mi Eylül’de Bodrum mu?
Ö: Eylül, Bodrum. Nispeten kalabalığın azaldığı, esas keyfinin çıktığı zamanlar.
B: Güzel cevap. O hâlde rakı mı şarap mı?
Ö: Rakı. Ana yemeksiz. Sadece mezeyle. Yavaş yavaş, her şeyden azar azar tırtıklayarak, mideyi şişirmeden, yudum yudum duble rakı. Soğuk suyla, buzsuz. İki üç kadehte bir, ara çayına hayır demem.
B: O zaman şöyle devam edelim mi? Şimdi buradan kalkalım. Moda İskelesi’ne inen yokuştaki Cibalikapı Balıkçısı’na gidelim. Bu saatte hem açıktır hem de sakindir. Sohbetimize rakı eşliğinde devam edelim. Ne dersin?
Ö: Öyle birden sorunca ne diyeceğimi bilemedim.
B: Beklenmedik bir anda sorduğumun farkındayım, ama kaldırım taşı üzerinde oturmaktan rahatsızlık duymaya başlayan götümün verdiği yetkiye dayanarak denk gelmişken sormak zorundaydım.
Ve ilk gülümseme. Bu kez zorlama yok, tümüyle içten.
Ö: Peki madem. Kıymetli götünü üzmeyelim.
B: Kendisi sana teşekkürlerini iletiyor.
Toparlanıp kalkıyoruz. Sokağımdan yukarıya doğru yavaş adımlarla yürümeye başlıyoruz.
B: Kadıköy’de oturuyorum demiştin. Bugün bu sokağı özellikle mi seçtin?
Ö: Özel bir nedeni yok. Hatta buraya geldiğimin pek de ayrımında değilim. Sadece sessizliği bir an için iyi geldi, çöküp bir sigara yaktım. Hepsi bu.
B: Sıklıkla buradan geçerim ben. Sanki bana ait bir yermiş gibi geliyor. Hafif esintisi, yaprakların hışırtısı, sokağın sessizliği… Hep iyi gelmiştir.
Ö: Öyle bir duygusu var, haklısın. Hep böyle misindir? An ve yer ile ilgili düşündüklerini romantik ifadelerle mi tariflersin?
B: Aslında tam tersine böyle ifadelerim azdır, ama bugün kendimi iyi ve kafam boş hissediyorum. Ondan sanırım.
Ö: Kafam boş derken?
B: Kırk tilki ayrı yönlere koşturmuyor yani. Ev hayatı, iş hayatı, ilişki sorunları, tatil planları, hangi kitabı okusan düşünceleri vs. vs. gibi sürekli meşgül eden düşünce halkaları. Bugün evin kapısından dışarı adım attığım andan beri boşum. Sadece adımlar, nefesim ve müziğim.
Ö: Var mı bunun bir tuşu? Bana da lazım.
B: Ne yazık ki yok. Bende de mevcut değil zaten. Ama alternatif yöntem her zaman vardır. Misal varmak üzere olduğumuz rakı sofrası.
Ö: Öyle olsun bakalım.
Bu sırada restoranın merdivenlerinden inmeye başlamıştık. Boştaki ilk iki kişilik masaya oturduk. Birer duble rakı, birer dilim beyaz peynir, birer dilim kavun söyledik. Servisler hemen geldi, kadehlere soğuk sular eklendi. İkimiz de buz istemedik.
B: O zaman bizi karşılaştıran sokağa ve boş kafaya.
Ö: Sokağa ve boş kafaya!
Kadehleri tokuşturup birer yudum aldık. Bardakları kaldırdığımız yere geri koyduk.
B: Evet, Özgür. Oyunumuzda nerede kalmıştık?
Ö: Bu sefer soruları ben sorabilir miyim?
B: Tabi, lütfen.
Ö: Karavan mı Bungalov mu?
B: Karavan. Canının istediği zaman evini dilediğin yere götürebiliyor olmak güzel bir fantezi. Hem ben yolda olmayı severim. Bir yere varmaktan çok, yolda geçen süreç daha heyecanlı gelir bana. Karavanla sanki hep yoldaymış, o akıştaymışım gibi olur diye düşünüyorum.
Ö: Peki Kars’a tren ile gitmek mi yoksa uçakla mı?
B: Üç yıl önce Doğu Ekspresi deneyimi yaşamış ve ertesi sene Van Gölü Ekspresi’yle bu deneyimi taçlandırmış bir kişi için basit bir soru. Elbette tren.
Ö: Aaa! Ben de dört yıl önce yapmıştım. Harika bir deneyim değil mi?
O soru senin, bu yanıt benim derken biz dubleleri bitirmişiz. Ama bize ayrılan sürenin daha yeni başladığını düşünüyorduk. Garsonu çağırıp birer duble daha söyledik.
Ö: Teşekkür ederim, Buğra.
B: Ne için?
Ö: Yanıma gelip merhaba dediğin ve kafamı dağıtmama yardımcı olduğun için.
B: Keyif alıyorsan ne mutlu bana.
Ö: Alıyorum. Tesadüflere pek inanmam ama o sokakta denk gelmek, ardından birçok ortak zevk ve deneyimimizin çıkması… Merak ediyorum başka neler çıkacak acaba?
B: Aklına ilk geleni sor o zaman.
Ö: Eh madem ortak noktalardan söz ettik. Buraya doğru yürürken, kafanın boş olmasını tariflediğin sırada “ilişki sorunları” dedin. Sen de mi yakın zamanda birinden ayrıldın?
B: Bugün tahminleri tutturan bir ben değilim galiba. Evet, bir ay kadar oluyor.
Ö: Ne kadarlık bir ilişkiydi.
B: İki buçuk yıl. Birçok keyifli anımız oldu. Şimdi geriye dönüp baktığımda sadece iyi zamanları anımsıyorum. Zamanla sen de öyle düşüneceksindir.
Ö: Umarım. Ama şu an beni konuşmuyoruz. Birlikte mi yaşıyordunuz?
B: Hayır. O Avrupa yakasında oturuyordu. Başlarda zor olur diye düşünmüştüm. Ama zaman geçtikçe bu uzaklığın iyi olduğuna kanaat getirdim. Sürekli yan yana olsak çok çabuk sıkılırdık.
Ö: Neden öyle dedin?
B: İdeal ilişkinin -geleneksel evlilikler dahil- sürekli birliktelik ya da hep aynı çatı altında geçeceğine inanmıyorum. Bireysel alan, yalnız geçirilen zaman, birbirinden ayrı etkileşimler önemli. Sen bu konuda ne düşünüyorsun?
Konu ilişkiler olunca hem genel hem de özelde sohbeti koyulaştırıp masada birbirimize daha yakın, daha kısık sesle konuşmaya başladık. Böyle yaklaşık bir saat, birer duble, bir tabak haydari, beş dilim ekmek daha vakit geçirmişiz.
Üçüncü dublemin yarısında kadehi kaldırıp dudaklarıma götürürken mavi gözlerine takıldı gözlerim. Açık bir ton… Ağlarken kenarlardan genel kızarıklıklarla bir ton koyulaşıyordur. Kaşları… Ne çok ince ne kalın. Yalın ama özenle düzeltilmiş. Saçları koyu kahverengi. Omuzlarının hemen üzerinde, kısa ve dalgalı. Elmacık kemikleri öyle çıkıntılı değil, tatlı bir kıvrımı var yanaklarının. Çenesi pürüzsüz, yumuşacık gözüküyor. Dudakları rujsuz, ama içimde bir yerleri kıpırdatan, beni kendilerine çeken bir görünümdeler. Uzunca bir süre takılıp kalıyorum dudaklarında. Ne kadar sürüyor bilmiyorum.
Ö: Buğra? Beni duyuyor musun? Daldın gittin.
B: Yerimden kalkıp, yanağın avucumun içinde, hafifçe okşadıktan sonra o harika dudaklarından seni öpmek istiyorum.
Ö: Anlamadım?
B: Duydun işte. Seni öpmek istiyorum. Sen konuşurken son dediklerinin hiçbirini duymadım. Tek düşünebildiğim seni öpmek istediğimdi.
Bunu söylerken gözlerimi gözlerinden bir saniye bile kaçırmamış, bütün sakinliğimle söylemiştim. Yerimden bir milim kımıldamamış, hamle yapmamıştım. Bir süre ne diyeceğini düşündü. Ortada açık bir soru olmadığı için cevap mı vermeliydi yoksa öylece durmalı, konuyu mu değiştirmeliydi, emin olamıyordu. Sonra şöyle dedi;
Ö: Neyi bekliyorsun öyleyse?
“Bekliyorsun” kelimesinin son hecesini beklemeden yerimden kalkmıştım bile. Ona doğru yaklaştım. Yüzünü usulca kavradım. Başını hafifçe sola eğdim. Dudaklarının üzerine doğru eğilmeye başladım. Dudaklarım, onunkileri bastırmadan hemen önce kısa bir süre durdum. Bu anın tadını sonuna kadar çıkarmak istiyordum. Kokusunu içime çektim, gözlerimi kapattım.
Açtığımda o tatlı esintili sokağımın sonuna varmıştım. Ona selam vermeden önünden geçmiş, yürüyüp gitmiştim. Şöyle bir arkama dönüp baktım. Kaldırımdaki yerinde yoktu. Ağzımda sigara tadı da yoktu. Bütün bunlar hiç yaşanmamış, yalnızca kurgulanmıştı kafamın içinde. Belki ismi Özgür bile değildi…
No Comments